FATİH ALTAYLI’YA BİR ÇAĞRI VE ADİL DÜZEN’İN FARKI

Fatih Altaylı 1 Eylül 2021 tarihli “Tebliğciler dolaşıyor” yazısında, “Bir grup takkeli, sarıklı adam özellikle meyhaneleri dolaşıp, orada oturanlara Kur’an emirlerini hatırlatıyor ve Dine davet ediyorlar. (İnsanları) Günahtan arınmaya çağırıyorlar”… “Yıllar önce… Şişli civarında bir yerde gelip, tam da bizim masanın önünde çağrı yapmaya başladılar. Ben de onlara; ‘Erenler gelin sofraya buyurun. İki kadeh de size söyleyelim. Bize bu konuları daha derin anlatın. Ya siz bizi ikna edin, ya da biz sizi…’ deyince gülerek uzaklaştılar…” bilgisini aktarmıştı. Yani içki içilen mekâna gelen sarıklı sakallı takımı DİN’i tebliğ ederken, Sn. Altaylı kendisinin de karşı görüşleri, yani “Dinsizliği temsil” ettiği havasını yansıtmıştı. Ve tebliğcilerin kendisiyle tartışmaya yanaşmayıp, sırıtarak sıvıştıklarını özellikle vurgulamış, bununla “İslami-Kur’ani emirler karşıtlığının kahramanı!” pozlarını takınmışlardı. Böylece Sn. Altaylı hem pek çok ilahiyatçının ve İslamcı yazarın farkına varamadığı veya korkup gündeme taşıyamadığı bir gerçeğe projektör tutmuşlardı… Hem de sinsice Darwinizm’in (yani, Din dışı veya Din karşıtı düşüncenin) avukatlığına soyunmuşlardı.

FATİH ALTAYLI’YA BİR ÇAĞRI VE ADİL DÜZEN’İN FARKI
banner98

Biz, önce Sn. Altaylı gibi kimselere ve Tebliğci geçinen zavallı taklitçilere şu gerçeği hatırlatalım, “DİN” deyince İslam’ın tamamı anlaşılır, tebliğ ve davet ise İslam’ın bütününe yapılır. Elbette İslam’ın her kurumu ve kuralı kutsaldır ve tüm İlahi-Nebevi emirler ve Nehiyler (Dini buyruklar ve yasaklar) bir bütün halinde inanıldığı ve uygulandığı takdirde hayırlı ve yararlı olacak ve Din amacına ulaşacaktır.

Fatih Altaylı’nın da farkına vardığı ve vurguladığı gibi:

Sözde dindar iktidarlara ve onların bürokratlarına ve yandaş soyguncu-vurguncu takımına gidip: Rüşvetin ve torpilin haramlığını, ihaleye fesat karıştırmanın, 83 milyonun hakkını çalmanın hırsızlığını… Yargıdaki adaletsizliklerin ve adamına göre farklı ve aykırı hükümler vermenin haksızlığını hatırlatmayan tebliğci takımı, elbette akıntıya kürek çekiyorlardı. Sn. Altaylı’nın dile getiremediklerini de biz hatırlatalım: Faizi %20’lere çıkarmakla Allah’a savaş açanlara… Böylece vicdani, ahlâki, siyasi ve iktisadi 40 türlü belanın sebebi olan faizi yaygınlaştıranlara… Evli erkek ve kadınların zina etmeleri halinde, Atatürk döneminde 3 yıla kadar hapis cezası öngören kanunun, dindar Erdoğan tarafından kaldırılıp ailenin temeline dinamit konulmasına… Güya feshedilen İstanbul Sözleşmesi yerine yasalaştırılıp uygulanan 6284 sayılı kanun maddeleri içine gizlenen ayrıntılarla; Eşcinsellik ve Lezbiyenlik gibi ahlâksızlıkların meşrulaştırılmasına… Loto, toto, piyango vs. gibi her çeşit kumarın teşvik olunmasına öncülük yapan ve kanuni fırsatlar sağlayan sözde dindar ve kahraman Erdoğan iktidarı başta kalsın diye kapı kapı dolaşıp “OY” toplayan bu sarıklı-sakallı zavallıların; meyhanelere, kumarhanelere ve çayhanelere girip sözde tebliğ yapmaları tam bir safsata ve sahtekârlıktır.

Çünkü tebliğin özünde “Emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker=İyilikleri ve yararlı şeyleri emredip yürütme, kötülükleri ve zararlı şeyleri de yasaklayıp engelleme” gerçeği yatmaktadır. Bu kavramların orijinal tanımından da anlaşılacağı gibi, Dinimiz bizleri “Ma’rufu (yararlı ve hayırlı olanı) emretmekle, Münkeratı (zararlı ve fesatlığa yol açıcı olanı) ise engellemekle” görevli saymaktadır. Yoksa papağan gibi, “Şunlar farzdır, yapınız; şunlar ise haramdır, sakınınız…” diyerek kuru edebiyatla uğraşmak boşunadır. İşte, neredeyse 100 yıldır, bütün müftüler, vaizler, şeyhler, dervişler; “Faiz haramdır, günahtır, Allah ve Resulüne ve toplum düzenine savaş açmaktır!” diye milyarlarca kere tekrarladıkları halde, faiz; hem de dindar AKP iktidarı eliyle %20’lere tırmanmıştır. Bunun gibi fuhşun her türlüsü yaygınlaşmış, aile yapımız temelinden çözülmeye başlamıştır.

Hz. Peygamber Efendimiz; “İşçinin alın teri kurumadan, (hak ettiği) ücretini (tam olarak) ödeyecek (düzenlemeler yapınız)” buyurdukları halde, güya bu Dindar ve Kahraman Erdoğan iktidarı, asgari ücreti; Komünist, Dinsiz ve zalim ÇİN’den bile aşağıya düşürmüş durumdadır. Çünkü ÇİN’de halen 340 dolar civarında olan asgari ücret, Türkiye’de 336 dolardır. Kaldı ki bunu bile bulamayan ve açlık sınırında kıvranıp, namusunu ve kutsalını rüşvet sunmaya mecbur ve mahkûm bırakılan on milyonlarca, hem de birçoğu üniversite mezunu insanımız vardır. İşte Gaziantep’te ve Adıyaman’da 12 kişilik hizmetli kadrosu için 14 bin kişi başvurmuşlardır, bunların 4 bin kadarı da üniversite mezunlarıdır.

Özetle; “İyilikleri emretme ve kötülükleri önleme” görevi, ancak Adil bir Düzenle ve dengeli ve denetlenebilir yöneticilerle, yani devlet gücüyle başarılırdı. Bu nedenle İslam Hukuku’nda bir Kaideyi Külliye=Genel Kural vardır: “Fesat Ortamının, Haksızlık ve Ahlâksızlık Nizamının Ortadan Kaldırılması; Hayırlı ve Yararlı Kurum ve Kuralların Oluşturulmasından Önceye Alınmalıdır. Bu kural fıkıh kitaplarımızda şöyle kayıtlıdır, “Def’i Mefâsid, Celbi Menafîden Evlâdır…” Çünkü, bozuk ve bâtıl sistem ve yasalarla, doğru ve huzurlu bir ortam oluşturmak imkânsızdır. Bu nedenle atalarımız: “Kem (kötü ve kusurlu) aletle, kemâlât olmayacağını” vurgulamıştır.

Bütün bu zulüm ve haksızlıkların, bu hayâsızlık ve ahlâksızlıkların önünü açan bir iktidara oy verip destek çıkacaksınız, sonra da meyhanelere gidip güya tebliğ yaptığınızı sanıp, böyle Fatih Altaylı gibilere madara olacaksınız!..

Bu arada İslam Hakikatıyla “Taliban Şeriatı” da karıştırılmamalıdır!

Taliban Bahanesiyle “İslam Şeriatını Şeytanlaştırma” Çabaları Kasıtlıdır!

Haçlı Batılılar ve onların içimizdeki kiralık (hatta gönüllü) uşakları, Taliban’ın katı ve kötü davranışlarını, Müslümanlığın aslı ve orijinal uygulaması gibi gösterip, hâşâ; “İslam Şeriatını Şeytanlaştırma!” çabalarını yoğunlaştırmışlardı. Hatta Batı’da pek çok yazar ve düşünür, “İnsanlığın ve özellikle Hristiyanların beklediği DECCAL, İslami Şeriat kurallarıdır” demeye başlamışlardı. Hatta maalesef, birtakım sözde dindar iktidarları ve İslamcı yazarları da, olaylara ve oluşumlara kendi gözlükleriyle bakmalarını sağlamışlardı. Oysa, hatırlayınız, bunlar Rahmetli Erbakan Hocamızı da, “Dinci, gerici” diye yaftalamış, Mısır ve Suriye’deki İhvan-ı Müslimin’in bile, tamamını terörist saymışlardı. Biz bunların şeytanlıklarına, şımarıklıklarına ve içimizdeki gönüllü ajanlarının şarlatanlıklarına alet olmamak sorumluluğundayız. Bu Siyonist güdümlü emperyalist odakların, Orta Doğu’yu iyice karıştırdıktan sonra, şimdi tüm Orta Asya’yı, hem de Afganistan üzerinden karıştırma planlarına figüranlık yapmamalıyız. İslam’ın aslına sahip çıkmalı, İslam adına yola çıkanların ise, sadece yanlış yaklaşımlarına ve dış bağlantılarına projektör tutmalıyız.

Artık, ya ADİL DÜZEN’e Razı Olacağız veya Bu ADİLİKLER DÖNEMİ’ne Mahkûm Kalacağız!

Taliban’ın katı ve kötü tavırları bahanesiyle İslam’a… Ve onun Muamelat (Ticaret, Siyaset, Adalet’le ilgili Genel Hukuk Kaidelerini kapsayan) kısmı olan ŞERİAT’a saldırıp duran kesimlere sormak lazımdı: Münafıklığı ve çifte standardı artık bırakın; siz saf İslam’a ve ondan kaynaklı (ve tabi akıl ve bilim dayanaklı) ADİL DÜZEN programlarına razı ve hazır mısınız? Aksi halde Emperyalist Batı’nın barbarlığına ve dolaylı uşaklığına katlanmak zorunda kalacaksınız…

Bakınız Adil Düzen’de İslam ülkeleri dahil, her devlet kendi sınırları içerisinde ve bugünkü haliyle aynen kalacaktır. Yönetim şekli kendi halkının ve onların fiili ve resmi temsilcisi konumundaki ilim ve siyaset erbabının, hür iradelerine ve tercihlerine bırakılacaktır. Hiçbir ülke buyruk, diğerleri uyruk sayılmayacaktır. Kurulacak olan şu orijinal ve ortak teşkilatlar ve uygulanacak Adil Düzen programlarıyla huzurlu ve onurlu bir dönem başlayacaktır.

1- İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı.

2- İslam Ortak Pazarı.

3- Ortak İslam Dinarı.

4- İslam Savunma Paktı.

5- Ortak İslam Eğitim ve Bilim Kurumları sayesinde bütün Müslüman ülkelerin;

a- Pasaportları ortak, b- Pazarları ve Ekonomik Kalkınma Programları ortak, c- Paraları ve İslam Dinarları ortak, ç- Paktları ve Savunma Kurumları ortak, d- Planlama ve Bilimsel Çalışmaları ortak olunca, artık birbirlerine hâkim veya mahkûm konumda olmayıp, gerçek İslam kardeşliği ve insan eşitliği temelinde, örnek bir işbirliği ve hızlı kalkınma projeleri hayat bulacaktır. Böylece, taklitçi kafaların, “Biz İslam Hilafeti kuracağız, uymayan ülkelere saldırıp hizaya sokacağız, karşı çıkanların boynunu vuracağız!..” safsatalarına da gerek kalmayacaktır. Çünkü herkese, huzur, refah ve hürriyet sağlayacak olan ortak “5 P” formülü ile bütün sorunlar ve zorluklar savaşsız ve sataşmasız aşılacaktır.

Zaten; hukuki ve hakiki işlevini yitirdiği… Sadece göstermelik ve sembolik bir kurum haline geldiği… Rakip ve hain merkezlerin Türkiye aleyhine kullanıp, düşman güçleri kışkırttıkları bir bahane olarak sıkça gündeme getirdikleri… Bazı gerici ve taklitçi mahfillerin ise sürekli istismar ettikleri HİLAFET kurumunu, Atatürk resmen ve ismen lağvetmiş; ama Türkiye’nin bu konudaki tarihi ve manevi mesuliyet ve menfaatlerini, fikren ve fiilen yürütme görevini ise stratejik bir deha ile TBMM’nin uhdesine bırakmıştır.

Şimdi, Bay Fatih Altaylı:

“Ben aynı tebliği, başka din adamlarının yapmalarından da rahatsız olmam… Veya birilerinin gelip, Dinin ne kadar manasız olduğunu anlatmalarından da… Ama sadece bunlar devam etsin, başkaları edemez diyorsanız, buna inanç özgürlüğü diyemeyiz…” sözleriyle, sanki “Türkiye’de İslami tebliğe izin veriliyor, başka din ve düşüncelere fırsat tanınmıyor” gibi bir algı oluşturma çabasındadır. Bu yaklaşım tam bir saptırma ve çarpıtmadır. Çünkü Türkiye’de, Dinsizliğin, her türlü edepsizliğin ve erdemsizliğin dayanağı olan Darwinist düşünce dinsizliği; maalesef tüm okullarda, ders programlarında, kendisi gibi bütün medya organlarında “Tek bilimsel gerçekler ve devletin resmi görüşleri” gibi aktarılıp dayatılmaktadır. İslamiyet ise, sadece bir aksesuar malzemesi ve gelenek-görenek merasimleri gibi sunulmaktadır.

Dinimizin, hatta Diyanet İşlerinin bütün kurum ve kuralları, İslamiyet’in özünden ve bütününden uzaklaştırılmış, Devletin yapısı ve yasaları, yozlaşmış Batı taklitçiliğine göre uyarlanmıştır. Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Diyanet Vakfı’nın kitaplarında ve Hutbe konularında bile, “İslam Dini: 1- İman ve İtikat, 2- Güzel Ahlâk, 3- İbadetten ibarettir” denilerek, İslam Arabasının motoru mahiyetindeki MUAMELAT (Adalet, Siyaset, Ticaretle ilgili kurum ve kuralları) yok sayılmaktadır.

“Kemalizm ve Laiklik” Kavram ve Kurumları da Kasıtlı Olarak ve Dinsizlik Hesabına Yozlaştırılmıştır!

Türkiye’de halen ve güya Dindar-Kahraman Erdoğan iktidarına rağmen, Atatürkçülüğün Dinsizliğe alet ve istismar edildiği… Laiklik diye, Dinin sadece kalplere ve camilere hapsedildiği ve hayatın tamamının dışına itildiği… Ve daha da kötüsü, İslam’ın özünün çıkarılıp sadece dış yüzünün parlatılarak; işlenen tüm kötülüklerin kılıfı haline getirildiği Şeytani bir dönem yaşanmaktadır.

Oysa hem bilimsel doğrulara, hem temel insan haklarına hem de İslam’ın genel esaslarına ve amaçlarına göre LAİKLİK gerekli bir kurum ve kavram olarak şöyle uygulanmalıdır!

Yeni hazırlanan Anayasa Taslağında; özgürlükleri genişletme bahanesiyle; LAİKLİK maddesinin sulandırılması, hatta kaldırılması yaklaşımları hem yanlıştır hem yararsızdır. Zaten Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün 1921 Anayasası’na atıf yapması… PKK’nın Sivil Kanadı HDP’nin eşbaşkanlarından Mithat Sancar’ın, yine 1921 Anayasası’nı referans olarak sunmaları… Ve bu arada Eski Ayasofya İmamı Prof. Mehmet Boynukalın’ın, 1921 Anayasası’ndaki “Devletin Dini İslam’dır” maddesini hatırlatması ve o Anayasada Laiklik ilkesinin bulunmadığını vurgulaması kuşkularımızı arttırmıştı. Anlaşılıyor ki, hem (ABD ve AB gibi) dış güçlerin, hem masonik merkezlerin özel teşvik ve tertibiyle, Sn. Erdoğan “Dinsizlik olan Laikliği kaldıran kahraman!” rolüne soyundurulacak ve tabi Türkiye’den çok sinsi ve tehlikeli tavizler koparılacaktı. Oysa bizim ihtiyacımız olan, Laikliğin kaldırılması değil, doğru ve uygun yapılandırılması ve Anayasamıza bunun açık anlamının yazılması; böylece hem din istismarından, hem de dini yasaklamalardan ve baskılardan toplumun kurtarılmasıydı. Yani Adil Düzen’in Laiklik kavramı ve kurumlarının yasalaştırılması lazımdır. Aksi halde, istismarcılık ve ucuz kahramanlık hatırına yapılacak tahribatlar, ülkemize çok pahalıya patlayacak; zaten kendileri gibi düşünmeyen Milletin yarısını “Zillet, illet, rezalet!” diye dışlayanlar, daha derin zıtlaşmalara ve çatışmalara zemin hazırlayacaklardır.

Biz Milli Çözümcülere ve Adil Düzencilere göre Laiklik adına:

1- Din işleriyle Devlet hizmetlerinin ve siyasetin karıştırılması yanlıştır, istismar ve suistimal kapısıdır.

2- Din ile Devletin çatıştırılması ise, Millet-Devlet barışını bozmakta ve toplumu yozlaştırmaktadır.

3- Doğrusu ise; Din ile Devletin barışması ve her birinin kendi sahalarında topluma hizmet sunmalarıdır.

Bunun nasıl kurumlaşacağı, hangi kanun ve kurallarla yürürlüğe konulacağı, Devlet otoritesinin, Milli birlik ve dirliğin nasıl sağlanacağı ve nasıl denetlenmiş olacağı ise bizim: “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya”, “Din-Devlet ve Demokrasi”, “Din Dengedir, İslam İlericiliktir”, “100 Kur’ani Kavram ve Yorumları” (Ahmet Akgül-Adil Dünya Yayınevi) kitaplarımızda etraflıca açıklanmıştır.

Atatürk’e gelince: O İçtenlikli Bir Müslümandır, Bunun İspatı ise İstiklal Marşı’dır!

Önce herkes biliyor ve kabul ediyor ki, en hızlı Kemalistler dahil; ülkemizde hiç kimse Atatürk’ü putlaştırıp Ona tapınmıyoruz. Bizler Atatürk’ü Milli birlik ve bağımsızlığımızın ve her yönden kalkınmışlığımızın bir simgesi olarak sevip sahipleniyoruz.

Bizler Millet olarak:

Tabulaştırılmış ilkelerin… Tanrılaştırılmış kişilerin… Tiranlaştırılmış ülkülerin değil;

Bağımsızlık ve birliğimizin… Özgüven ve özgürlüklerimizin… İzzet, şeref ve haysiyetimizin… Refah, huzur ve sosyal güvenliğimizin peşinde ve derdindeyiz.

Bu Milli ve insani ihtiyaçlarımıza ise ancak; “mutlak doğru”lara uyarak ve “kesin yanlış”lardan uzak durarak, ulaşılabileceğine inanıyoruz.

Peki, bu “doğru ve yanlışları” nasıl tespit edeceğiz?

Şu altı şeyi temel ve genel değer ölçüsü olarak görüyoruz.

1- Müspet ilim (faraziyelere, nazariyelere değil, H2O= Su gibi kesin ve ispat edilmiş ilmi gerçekler).

2- Aklı selim ve beşeri icma diyebileceğimiz, tüm insanlığın ortak kabulü olan evrensel kaideler.

3- Tarihi deneyim ve birikim.

4- Milli kültür terazisi ve vicdani tatmin.

5- Evrensel Hukuk Kaideleri.

6- İlahi din.

İşte bu altı değer ölçüsüne göre ittifakla: “Güzel, gerekli, hayırlı ve yararlı” görülen şeyleri doğru…

Ve yine bu altı değer ölçüsüne göre ittifakla, “Zararlı, haksız, çirkin ve kötü” görülen şeyleri ise, yanlış kabul ediyoruz.

Doğru ve yanlışları, kişilere ve keyiflere göre değil, kişileri ve görüşleri, bu doğru ve yanlışlara göre değerlendirmek gereğine inanıyoruz.

Atatürk’ü de, bu doğru ve yanlışlara göre değerlendiriyor, Onun çok hayırlı ve başarılı hizmetlerini takdir ediyor; kötü şartları atlatmak, katı düşmanları ve kaypak dostlarını oyalamak ve vakit kazanmak için verdiği tavizleri ise, stratejik bir geri adım olarak görüyoruz. Bazı hataların da hedeflenen hayırlı amaçların hatırına yapıldığını biliyoruz.

“Atatürk, Dinin gerçekliğine ve gerekliliğine inanmadığı, İslam’ı bir gericilik ve hurafe olarak algıladığı halde, savaşı kazanıncaya ve iktidarını sağlamlaştırıncaya kadar takiyye yapıp Müslüman halka hoş görünmek ve onları istismar etmek için, İslamiyet’i ve Hz. Peygamberi öven ve bunların önemini dile getiren sözler söylemiştir ve şimdi artık buna ihtiyacımız kalmadığından; Atatürk’ün o dönemde söyledikleri bizim için gereksiz ve geçersizdir” diyenler varsa, onların da:

a- Atatürk’ün takiyye yaptığını, İslam Dinine ve önemine inanmadığını ve aslında dini temelinden yıkmaya çalıştığını ispatlamaları…

b-  Ve bunu açıkça ortaya koyup çok net ve mert olarak topluma anlatmaları lazımdır!..

Ama biliyoruz ki, bu imkânsızdır… Çünkü bu durum, tarihi gerçeklere aykırıdır ve Atatürk’e iftiradır.

Efendim filan tarihçi bunları yazmışmış… Ee, Rıza Nur da şunları yazmış!?. Yazmış ama iftira atmış... Kuruntu ve zanlarını hakikatmiş gibi anlatmış… Kasıtlı olarak çarpıtmış ve karalamış…

Efendim İsmet İnönü şu konuşmayı yapmışmış!? Biz de biliyoruz ki, İsmet İnönü, Atatürk’ün başına ne gaileler açmış… Hatta Atatürk sonunda kendisini hem makamından hem yakınından uzaklaştırmış ve ölünceye kadar hiç arayıp sormamış... Ve bunda da yerden göğe kadar haklıymış… Çünkü o İsmet İnönü ki, Sabataist ve Masonik cuntanın gizli bir darbesiyle, Atatürk’ün makamına oturduktan sonra, onu unutturmak için, paralardan resmini silmiş, duvarlardan fotoğraflarını indirmiş ve tam on iki sene bir anıt mezar bile yaptırmamıştır!? Yeri gelmişken, şunu da hatırlatalım ki; İsmet İnönü Atatürk’e karşı hangi durumda ise, şimdi Sn. Erdoğan da Erbakan’a karşı aynı konumdadır!..

Recep Tayyip Erdoğan’ın; suni gündem oluşturmak, ucuz kahramanlık taslamak ve bilgiçlik satmak gibi, istismara yönelik yanlış amaçlar için söylediği, “Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan din bağıdır” şeklindeki doğru bir sözden bile, sadece “içinde din ve İslam geçiyor” diye böylesine rahatsız olmak ve kalkıp, “Hayır, bizim Millet olmamızda dinin etkisi ve katkısı yoktur” demek için, Atatürk’ten vecizeler ve deliller bulmaya çalışmak saplantıdır, hastalıktır! Bu talihsiz tavır acaba millet olarak;

• Mevcut sorunlarımızı aşmamıza, tehlikeli tuzaklardan kurtulmamıza, milli birlik ve bütünlüğümüzü sağlamamıza ne denli yardımcı olmaktadır?

• Bu türlü haksız ve dayanaksız tepkilerin, AKP’ye dolaylı destek sağladığını ve dindar halkımızı onlara sahip çıkmaya mecbur bıraktığını anlamak için dahi olmaya gerek var mıdır?

• Halkımızın AKP’nin iç yüzünü bilmeyip, zahiri görüntüsüyle ve marazlı medya marifetiyle “Bunlar dindardır ve Milli Görüş’ün devamıdır” düşüncesiyle, bunlara oy verdiği niçin unutulmaktadır?

• Yok, “Biz, İslam Dinine de, o Dine inanan büyük toplum kesimine de karşıyız, ama aynı zamanda laik ve demokratız” diyen varsa, onlar da ya akıl fukarasıdır veya toplumun inancına ve ihtiyacına ve bunların etkisiyle kullanılacak oylarına önem vermeyen bir despot kafalıdır.

Bir ara Murat Bardakçı kalkıp: “Din, insanların sadece iç dünyalarına mahsus bir kavrammış. Tarih boyunca hep başka maksatlar için kullanılmışmış…” gibi bir sürü safsata sıralamıştı... Önce İslam Dini, inananların sadece iç dünyasına değil, dış dünyasına da ve davranışlarına da en olumlu ve onurlu bir şekil veren ve her şeyi en iyi bilen Allah’ın yapıtıdır. Cahiliye Araplarını vahşetten fazilete çıkaran da, Türk akıncıları ‘cihan devleti’ne ve şanlı medeniyetlere taşıyan da İslam’dır.

Bizim dışımıza ve davranışlarımıza yansımayan bir inanç, fanteziden farksızdır. Munis Tekinalp görünen, Yahudi münafık Mohiz Kohen’in şakirdi Ziya Gökalp gibilerin; bin yıllık hâkimiyet, adalet ve medeniyet dönemlerimizi unutup, sadece, içimizdeki ittihatçı mason münafıkların ve arkalarındaki Batılı barbarların ortaklaşa yıktığı Osmanlı’nın (ki bu yıkılışın elbette iç sebepleri de vardı) çöküş dönemlerindeki aşağılık kompleksiyle ve dış güçlerin enjekte ettiği kısır kavmiyetçilik düşüncesiyle sarf ettiği sözlerin de hiçbir ilmi ve tarihi dayanağı bulunmamaktadır.

Evet, evet, dün de, bugün de... Geçmişte de gelecekte de: İslam’a şaşı bakan veya İslam’dan uzak kaçan bir ulusalcılık, USA’cılıktan farksızdır ve kesinlikle yararsızdır ve başarısız kalacaktır… Lütfen gelin; medeni, hem de Milli düşünceli ve haysiyetli insanlar olarak, oturup konuşalım, araştırıp tartışalım ve şu soruların, tutarlı ve oturaklı cevaplarını birlikte bulalım.

Soruyoruz: Bu İslam’dan ayırmaya çalıştığınız ulusalcılığın, kendine özgü ve Türk ırkına ait:

• Yönetim tarzı ve devlet yapılanması ne şekildedir?

• Bu Ulusalcılığın; ekonomi konusundaki prensip ve programları nelerden ibarettir?

• Bu Ulusalcı ve Irkçı yaklaşımın; hukuk kavramı ve kuralları hangi yasaları içermektedir?

• Bu Türk Irkçılığının; sosyal adalet anlayışı ve insana yaklaşım esasları nelerdir?

Eğer bu sorulara siz kalkıp da: “Kapitalizm, Liberalizm, Laiklik, Batı Hukuku ve Kopenhag Kriterleri” diyecekseniz, o zaman siz: asırlardır Müslüman olduğumuz için bizimle savaşan (çünkü Türk asıllı Macarları kendilerinden sayıyorlar) ve bugün de ülkemizi parçalamaya çalışan Batı’nın, kurum, kavram ve kurallarını ve fosilleşmiş felsefe artıklarını bize “Türk ulusalcılığı” diye yutturmaya, hatta dayatmaya çalışıyorsunuz demektir.

Ve hele bizim şanlı Kurtuluş Mücadelemizde, Şeyh Sunusi’lerden Şair Muhammed İkbal’lere kadar İslam dünyasının manevi önderlerinin nasıl bütün imkânlarıyla ve gönül dualarıyla bize destek çıktıklarını ve Hindistan-Pakistan Müslümanlarının, hanımlarının bileziklerine kadar bağışlayıp Türkiye’ye yolladıklarını, ama bu yardımlarının o günkü ulaşım şartları nedeniyle Rusya üzerinden bize ulaştırıldığını ve pek çok yalancı tarihçinin de, bu gerçeği çarpıtıp, “Rusların bize maddi yardım yaptığını” söyleyip halkımızı aldattıklarını inkâr etmek ne büyük talihsizliktir.

Ve yine, Siyonist ve emperyalist merkezlerin aldatıp, satın alıp bize karşı kışkırttıkları bazı Arap şeyhlerini bahane edip tüm Müslümanları töhmet altında tutmak ne derece ilmi ve gerçekçi bir tespittir?

O dönemde, İsmet İnönü’den tutun, Halide Edip’e kadar pek çok Türk’ün mandacı olduğunu söyleyip, Türklükten nefret etmek ne kadar yanlışsa; bazı Müslüman kimlikli kesimlerin yamukluklarını İslam’a mal etmek de o kadar iz’an ve insafa aykırı değil midir?

Atatürk’ün samimi bir Müslüman olduğunun ispatı, İstiklal Marşı’mızdır.

Çünkü İstiklal Marşı’mızda geçen:

“Bu Ezanlar ki, şehâdetleri Dînin temeli

Ebedî Yurdumun üstünde, benim, inlemeli” dizelerini içeren bir şiiri İstiklal Marşı yaptırmak, imanın ilanıdır!

Kelime-i Şehadet: “Eşhedü en La-İlahe-İllallah ve eşhedü Enne Muhammeden Abduhu ve Rasulüh. Ben kesinlikle inanıp tanıklık ederim ki; Allah’tan gayrı ilah yoktur, ve Hz. Muhammed O’nun seçkin kulu ve Resulüdür!” inancını, Milli marş yaptırıp her gün, her hafta ve her fırsatta yüz binlerce kere okutan bir insan elbette Müslümandır.

Merhum Mahir İz, “Yılların İzi” adını verdiği hatıratında, İstiklal Marşı’nın yazılış macerasını şöyle anlatır: “Yeni kurulan devletimizin bir ‘Milli Marş’ yazılması hususunda Büyük Millet Meclisi’nin altı ay müddet vererek açtığı ‘İstiklal Marşı Müsabakası’na muhtelif şairlerin gönderdiği tam 724 şiir gelmişti. Bunlar Maarif Vekâleti’nde teşkil edilen bir komisyonda incelenmiş ve içlerinden altı tanesi seçilerek Meclis Matbaası’nda bastırılıp mebuslara dağıtılmıştı. Maarif Vekili bulunan Hamdullah Suphi Bey, müsabakaya ‘nakden mükâfat’ vadedilmiş olması yüzünden iştirak etmemiş olan şair Mehmet Akif Bey’e müracaat ederek, yazmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmet Akif Bey: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; ayrıca yazarım” diyerek teklifi kabul edip, ikamet etmekte olduğu Taceddin Dergâhı’nda, ‘Kahraman Ordumuza’ ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı yazdı.

İstiklal Marşı Müsabakası’na gönderilen 724 şiir arasından Maarif Vekâleti’nce seçilen ve Meclis Matbaası’nda basılıp mebuslara dağıtılan altı şiiri de Meclis zabıt kâtipliğinde bulunmuş olan İhsan Kaftangil’in hususi koleksiyonunda mevcut matbu nüshadan iktibas ederek aynen naklediyorum. Bunları neşretmekle sadece tarihi bir hatırayı değil; aynı zamanda İstiklal Marşı’mızın mukayese kabul etmeyen misilsizliğini de vesikalandırmış oluruz kanaatindeyim.”

Mahir İz, İstiklal Marşı’nın yazılış sürecini açıklarken altı ay müddet verildiğini aktarmıştır. TBMM, 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, aynı yılın mayıs/haziran aylarında bu yarışma açılmış ve ilan edilmiş olmalıdır. Haziran-Aralık arasında şiirler yazılmış, TBMM’ye ulaştırılmış ve aralık sonu ile şubat arasında (iki ayda) bu 724 şiir incelenmiş, elenmiş, basılmış, dağıtılmış ve bunların tamamı Milli Marş olmaya yetersiz bulunduktan sonra Mehmet Akif’e teklif götürüldüğü anlaşılmaktadır. Çünkü hem Mahir İz’in hatıratına, hem Safahat’ı yayına hazırlayan Ömer Rıza Doğrul’un anlattığına göre Mehmet Akif önce: “Ben mebusum, müsabakaya iştirak etmem; sonra yazarım” diyerek bir düşünme süreci yaşamış ve 1921’in 17 Şubat günü İstiklal Marşı’nı yazmıştır. Burada Mehmet Akif’e özgü bir duyarlığın altını çizmekte yarar vardır. O da, mebus olması sebebiyle jüri üyeleri üzerinde baskı oluşturma ihtimalinin adalete uygun olmayacağı kanaatini taşımasıdır. ‘Ben şair Mehmet Akif olarak mebusum ve TBMM’de bulunma sebebim zaten milletime hizmettir; yarışmaya katılarak hizmete bir vesile aramak bana yakışmaz; bu şiiri yazmak olsa olsa bir görevdir ve yapılan görev karşılığında maaştan başka bir ücret alınmaz’ düşüncesi Onun yüksek karakterini yansıtmaktadır.”

Şimdi Soruyoruz:

Ulusalcılık, Batıcılık, Çağdaşlık ve bunlarla irtibatlı; Vatana bağlılık, kahramanlık gibi duygu ve düşüncelerin sahipleri sanılan; dönemin şu meşhur şairleri ve yazarları ve güçlü edebiyat adamları niye İstiklal Marşı yarışmasına katılmamışlardı?

Hem kendi isimlerini tarihe yazdıracak, hem 500 (beş yüz) lira gibi çok önemli bir ödülü kazandıracak, hem de yaşamları boyunca çok büyük bir şeref ve şöhretin sahibi yapacak, böyle bir fırsata niçin ilgisiz kalmışlardı? Şayet katılmışlarsa niye kazanamamışlardı?

Çünkü:

1- Bunların hepsi, Mustafa Kemal’in stratejik tavır ve taktikleri yanında, Onun gerçek niyetinin, Milli ve manevi hedeflerinin de farkındalardı.

2- Bunların hepsi, Mustafa Kemal’in ancak Mehmet Akif gibi, örnek ve yüksek bir İslamcının yazacağı şiiri tercih ve tensip edeceğinin de şuurundalardı.

3- Ve Mustafa Kemal’in ise: Meclise ulaşan ve hamasi kahramanlık, kuru ulusalcılık, hatta ırkçılık kokan bütün şiirleri beğenmeyip, kabul etmeyip, özellikle merhum Akif’in şiirini beklediği de herkesin bildiği bir tarihi hakikattir. Eğer Atatürk, Onun muhteşem şiirini İstiklal Marşı olarak seçtirip onaylatmasaydı; Rahmetli Mehmet Akif ve eserleri bu denli tanınmayacak ve Milletimiz de onlardan yararlanamayacaktı.

Sn. Fatih Altaylı’ya samimi bir çağrı…

Şimdi Sn. Altaylı… Bulunduğunuz içkili mekâna tebliğe gelen o sarıklı-sakallı kimselere: “Buyurun, bu konuları bize daha derin anlatın… Ya siz bizi ikna edin, ya da biz sizi…” teklifini yapmıştınız da, onlar bir nevi yılışıp sıvışmışlardı ya, şimdi biz de zatı alinize bir teklifte bulunuyoruz:

Kendiniz ve en güvendiğiniz ve her fırsatta programınıza davet edip cılk ve çürük Darwinist dinsizlik düşüncelerini reklam ettiğiniz bilgiç kimselerinizden istediğinizi getirin, Bizi de (tek başımıza) davet edin… Bir Teke Tek programında Biz:

“Allah vardır, Kur’an’ın ve Resulüllah’ın her hükmü ve haberi haktır ve hayırdır, İslam ise bir bütün olarak ve tabi içtihat sistemiyle değişen ve gelişen şartların, ihtiyaçların gerektirdiği kurum ve kurallarla yaşanması gereken bir hayat nizamıdır!” gerçeğini savunalım...

Sizler ve güvendiğiniz bilgiçleriniz ise, “Darwinist uydurmacasını, yaratılıştaki tesadüf safsatasını, barbarlığın ve ahlâksızlığın dibine vurmuş Batı’nın çağdaşlık kılıflı çamurlaşma çabalarını, tek huzur ve kurtuluş çaresi olarak göstermeye çalışın.”

Sonunda ve 83 milyonun huzurunda; akla, vicdana ve bilimsel olgulara göre kim haklı çıkarsa ona tâbi olalım, ve toplumun hayrına birlikte çalışalım… Var mısınız?! Çünkü siz de o yazınızı böyle bir meydan okuma ile tamamlamıştınız…

Necmi İnce

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER
google.com, pub-5727224107962425, DIRECT, f08c47fec0942fa0